Üç encümen, bir odada ictimâ etti. Riyâsetine Hoca Müfit Efendi’yi intihap eyledi. Meseleyi müzakere etmeğe başladılar. Şer’iye Encümeni’ne mensup Hoca Efendiler, hilâfetin saltanattan münfek olamayacağını, maruf safsatalara istinâd ettirerek, iddia ettiler. Bu müddeayâtın cerh ve nakzında serbest idâre-i kelâm edenler, ortaya çıkar görünmediler. Biz çok kalabalık olan aynı odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Bu tarzda, müzakerenin maksûd neticeye iktirânına intizâr etmek beyhude idi. Bunu anladık. Nihayet; Müşterek Encümen Reisi’nden söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle, şu beyânâtta bulundum: “Efendiler, dedim. Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına, vâzıü’l-yed olmuşlardı ve bu tasallutlarını altı asırdan beri idâme eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecâvizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bi’l-fiil almış bulunuyor. Bu bir emr-i vâkidir. Mevzu-i bahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten emr-i vâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada ictimâ edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvâfık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
İşin cihet-i ilmiyesine gelince, Hoca Efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. Bu hususta ilmî izâhât vereyim” dedim ve uzun uzadıya birtakım izâhâtta bulundum. Bunun üzerine Ankara Mebuslarından, Hoca Mustafa Efendi, affedersiniz efendim, dedi biz meseleyi başka nokta-i nazardan mütâlaa ediyorduk, izâhâtınızdan tenevvür ettik. Mesele, Müşterek Encümence halledilmişti.